Buena Sera, Bon corno

“Hüseyin, Sevgililer gününde Milano’ya gidelim mi?” telefonunu, tam da Nuray ve Canan ile ofise yakın Dönerci Ali Efendi’nin, yol bakım çalışmaları devam eden sokağının önünde, önümdeki kamyon ile arkadamdaki sipariş motosikletleri arasına girmeye çalışırken almıştım. Koray’dan gelen bu teklife, aynen onun yaptığı şekilde “Neden olmasın?” deyip, arkamdaki Nuray’dan da onayı aldığımı iletmiştim.

Korayın en sevdiğim özelliklerinden birisi olan, herhangi bir aktiviteye, sanırım teklifin geldiği yeri de dikkate alarak hep katılımcı bir şekilde yaklaşmıştır. Bu da, onu tanımak için güzel bir fırsat olacaktı.

İtalya için, yengen vizesinin alınmasının ardından otel, pasaport ve vize için gerekli hummalı çalışmayı yürüttük. Günün sonunda, bu işin (3 günlük Milano Gezisi) bize çok pahalıya patlamış olduğunu anladık ama iş işten geçmişti.

Ben hemen, kırık iPhone’uma İtalya haritası, gezilecek yerler ve dil klavuzu yazılımlarını indirmeye başladım.

Bir taraftan da otel rez. için Expedia.com’u ve diğer alternatifleri karşılaştırdım. Ama yine Expedia.com’da karar kıldım. Milanonun merkezine yakın ve özellikle Booking.com gibi sitelerde iyi yorumlar almış bir otel olan Hotel Hermitage’i seçtim (Via Messina üzerinde).

Sanırım bu geziye katılan herkes, iyi bir seçim olduğu konusunda hemfikirdir.

“Karı sözü dinlemek”‘in zıddının yapılmasının yine bele ve bacaklara baskı anlamına geleceğini anlamak için Milano’da 4 gün geçirmek gerekiyormuş. Hele de yanınızda ufak ve puseti olan bir çocuk varsa, kesinlikle 10 yaş küçük çocuğunuza da puset alınız.

İtalya yürüyerek gezilen ve zevki çıkan bir yer.

İtalya deyince, aklıma Ankara’da -2003 yılıydı sanırım- yaşadığım bir anı gelmişti.

Anı

Kışın soğuk olduğu ve karın yakıştığı şehir Ankara’da, Çayyolu köyünde (o zamanlar henüz köy kısmı duruyordu), köye Arcadium tarafından indiğinizde sağda benim o zamanlar berberim olan küçük bir dükkan vardı. Dışarının soğuğu ve içerinin sımsıcak havası arasında ben gibi kalan camları buğulanmış olan bu dükkana girdiğim bir gün, içeride traş olmayı bekleyen 2 kişi ve traş olan bir erkek ile başında duran güzel bir bayan vardı. Oturup gazeteleri karıştırırken anladım ki, yabancı sevgilisinin berber ile iletişimine yardımcı oluyordu kzı arkadaş. Berbelerin ve çırakların birbirlerine bakıp gülüşerek yaptıkları traş sonrasında çift kalktı gitti.

Daha sonra oturduğum koltukta beni traş etmek üzere gelen berberim, başını 2 tarafa sallayarak, sanki tarlasında bu sene hasadı az çiftçi edası ile “Abi biz ne yapsın Avrupa Birliği? Baksana daha İngilizce bile konuşamıyoruz.” demişti. Daha bir önceki gün akşamı izlediğim Baba filminin etkisi geçmemişti ki “İyi de kardeşim. Zannediyormusun ki İtalya’nın köyünde yaşayan bir berber İngilizce’yi biliyor? İngilizce veya dil bilmek başka şey, kendini Avrupa Birliğine layık görmek/görmemek başka şey” şeklinde yanıtlamıştım ben.

Milano’da Leonardo Da Vinci müzesi’nin hemen önünde, kamyondan indirme/bindirme yapan 2 hamala girişi sorduğumuzda da, adamların zerre kadar İngilizce bilmediklerine şahit olmuş ve berberim aklıma gelmişti.

İtalya, şu ana kadar ziyaret ettiğim Mısır, ABD, Hollanda, Finlandiya, Almanya, Fas içerisinde kendime en yakın bulduğum ve yaşanılabilir dediğim ülkelerden birisi. Belki Komo’daki yoğun Sivaslı nüfusu bunda etkendir.

Evet, George Clooney’in aldığı ev ile gündemimize giren Komo Gölü civarının, Burcu’nun tabiriyle Sivaslılarla kaynıyor olduğunu duyduğum zaman inanmamıştım.

Ama gezimizin 3. gününde Venedik’in gidip gelmek için uzak bir yer olduğunu, ama son günümüzü de bari biryerlerde geçirelim dediğimiz zaman, özellikle Bellagio’yu görmeyi istemiş ve trene atalıp Komo gölüne gitmiştik.

Komo’da, göl kıyısına, bizdeki İstanbul Boğazı civarına kümelenen evler gibi,ama biraz İtalyan, ve fakat halen gecekondu şeklinde evler sıralanmıştı. Kızlara, bir nevi sevgililer günü hediyemizdi, George’un ciğerlerine çektiği havayı ciğerlerine çekme fırsatı vermemiz.

Bellagio’ya uzun (nedense dönüş daha kısa sürmüştü) bir tekne yolculuğu sonunda varmamızın ardından, yukarı doğru tırmanan merdivenli yollar,  İstanbul Beyoğlu’ndaki kıvrımlı sokakları anımsattı. “Her kıvrımın dönüşünde karşınıza ne gibi bir süprizin çıkacağını bilemezsiniz. Cumbalı bir ev mi? Yoksa sokakta oynayan çocuklar mı? Ve belki saçlarının bir telini görebilmek için canlar feda edilen Beyoğlu Hanımefendileri mi?” şeklinde yazmıştı bir yabancı, Osmanlı zamanı İstanbul anılarında.

Bellagio’da aynı tadı vermişti bana. Fakat, bizim tırmandığımız kıvrımlarda, karşımıza bir Türk çıktı ve benim ilk sorum “Patron Sivaslı mısın?” olmuştu. Eee, cevap da “Evet” olmuştu elbet. Gülüşmeler….

İlk günün açlığını yaşadığımız sıralarda, Burcu’nun tabiri ile “İtalyanlar hiç de sıcak insanlar değildir, öyle misafirperverlik beklemeyin”‘i inkar edercesine, saat 19:30 gibi akşam yemeği servisine başlayan (Ah kafam aah, Fas’ta da aynı şekildeydi ve Fas Fransız etkisinde olup onlar gibi yaşayan bir memleket. Niye düşünemedim) Pizza Restoranını beklerken açlığı bastırmak için girdiğimiz fırında, evet fırında yediğimiz kuru ekmeklerin ardından, fırın sahibi iyi konuştuğu İngilizcesi ile bize bilgiler vermiş ve restoranların açılış saatine kadar nerdeyse orada oturup beklememizi sağlamıştı. Üstüne bir de bize Espresso ikram etmesi ve çocuklara hediyeler vermedi de, çocuk her yerde çocuk, herkesin sevdiği birşey herhalde dedirtmişti. Zira eleman aynı yaşlarda (Ece:5, Bade:2) kızlarının olduğunu söylemişti. Bu arada, fırın ve arkadaşı olan pizzacı Milano’da Via Mussi ile Via P.d. Francesca sokaklarının kesiştiği yerde Francesca üzerinde kalıyor. Fırın da karşı çaprazında.

2. Gün Leonardo müzesinin gezilmesinin ardından (adamlar ne müze yapmış. Telefonun, televizyonun, radyonun en eski hallerini bile çalışır olarak sergiliyorlar.) Burcu ile buluşmak için bir başka güzel mi güzel, lezzetli mi lezzetli pizzacıya gittik (Pizza Naturale). Ve orada işin sırrını öğrendik. Bu pizzacının yeri de Antica Pta. Ticinese civarındadır.

Çok Özel Pizza Karışımı: Bresaola (Pastırma) + Rucola (Roka) + Grana (Peynir)

Ben Roka ile etin bu kadar yakıştığını ilk defa gördüm. Pastırma, bizdeki pastırmanın aynısının çemensiz olanı şeklinde tarif edilebilir. Enfes bir pizza idi ki diğer günlerde yediğimiz her pizzayı böyle istedik.

Bu yazıya ekler yapma hakkımı saklı tutuyorum.

“Hüseyin, Sevgililer gününde Milano’ya gidelim mi?” telefonunu, tam da Nuray ve Canan ile ofise yakın Dönerci Ali Efendi’nin, yol bakım çalışmaları devam eden sokağının önünde, önümdeki kamyon ile arkadamdaki sipariş motosikletleri arasına girmeye çalışırken almıştım. Koray’dan gelen bu teklife, aynen onun yaptığı şekilde “Neden olmasın?” deyip, arkamdaki Nuray’dan da onayı aldığımı iletmiştim. Korayın en sevdiğim…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir